Esaret, Tanzimat roman ve hikâyesinde en çok işlenen konulardan biridir. Hatta dönem edebiyatının duygusal çerçevesini neredeyse tek başına esaret çizer. Sâmipaşazâde Sezâi de esaret aleyhindeki düşünceleriyle kendinden önce yazılanlardan daha derli toplu ve olgun bir bakış açısı geliştirdiği Sergüzeşt romanında, kendi hayatından getirdiği birtakım gözlemleri de kullanır. Elbette Sâmipaşazâde Sezâi, esareti sadece romantik ve melankolik bir duygunun tezahürü olarak görmez. Annesi Gülarayiş Hanım’ın Kafkasya’dan kaçırılmış bir Çerkes kızı oluşu, babası Sâmi Bey’in konağındaki esirlerin acıklı hallerine ve Vuslat adlı bir cariyenin veremden ölümüne şahit olması vb. sebeplerle esareti, insan hürriyetine karşı işlenen bir cinayet olarak gördüğü muhakkaktır. Sergüzeşt’te siyasî olarak hürriyet fikri kendine yer bulamamış olsa da, şahsî hürriyet fikrinin önemsendiği görülmektedir. Bu tercih, şahsî hürriyete sahip olunmadan, siyasî anlamda hürriyeti elde etmenin imkânsız oluşunu da ifade etmektedir. Bazı konuların açıkça yazılamadığı ve siyasetten uzak durulması gereken buhranlı bir dönemde, mutlaka çözülmesi gereken sosyal bir problem üzerinde durmanın yazara cazip geldiği söylenebilir. Medenileşmenin, medeni olmanın en belirgin vasıflarından biri “insanın hürriyeti” meselesidir. Tanzimat Dönemi yazarları, Batı medeniyetine baktıklarında, bu büyük medeniyetin en önemli yapıcı unsurlarından biri olarak insan iradesini görür. Bu noktada Sâmipaşazâde Sezâi’nin de kadınların durumunu insan iradesi ve şahsi hürriyet bağlamında değerlendirdiği açıktır.