“NE YANILAN, NE DE GÖZDEN KAÇIRANIM BEN. ÇÖLLERDEKİ KUM TANELERİNİN SAYISINI, GÖKYÜZÜNDEKİ YILDIZLARIN SAYISINI BİLENİM!”
“Sevgilim, uğruna tapınaklar yapılmayan, adaklar adanmayan, küçümsenmiş ve unutulmuş tanrılar şahidim olsun ki senden ayrıldığım günden beri ağladım. Bereketli yağmurlara dönüştü, senin güzel yüzünde rengârenk çiçekler açtırdı kederli gözyaşlarım; sayısız mevsimler boyu ağladım. Defalarca solup yeniden yeşerdi ağaçlar; ben hem sonbaharlarda, hem ilkbaharlarda ağladım.”
Antik zamanlarda günün birinde Yunanistan’ın Delos Adası açıklarında, denizde bir kız çocuğu bulunur. Balıkçı Navagos’un sarıp sarmalayıp eve götürdüğü bu soluk benizli kızda bir gariplik vardır. Hiç konuşmaz, yemez, içmez. Gözleri de tuhaftır. Kızın acayip halleri ev halkını korkutur ama adadaki kâhin gerçeği bir bakışta anlamıştır. Kâhine göre bu kız sıradan biri değildir.
O, gereklilik tanrıçası Ananke’dir ve dünyaya çok önemli şeyler yapmak için gelmiştir. Zamanın başka bir yerinde Adrastia adlı genç bir kadın insanların ve tanrıların hikâyesini yazarken Delos açıklarında bulunan bir kızdan bahsetmektedir. Denizden gelen gök gözlü kız ve her şeyi olması gerektiği gibi yapan kudretli tanrıça Ananke, onun romanının baş kahramanıdır. Adrastia yazdıkça, içinde büyüyen karşı konulmaz bir arzu onu romanının geçtiği adaya, Delos’a çağırmaya başlar. Berrak Yurdakul sizi Olympos’un zirvelerinden Hades’in derinliklerine, oradan da günümüze uzanan 2500 yıllık bir yolculuğa çıkarıyor. Genç bir kadının kaderi, dünyanın kaderine dönüşürken, Yurdakul insanlığı değiştirecek gücün yine sadece kadınların içinde olduğunun altını çiziyor...